Bu sabah bölük pörçük bir uykudan kalkıp kızımı yuvaya götürdüm. Dönüşte trafikte çocukların eksiklerini düşünüyordum. Ömer’e 3 gündür verdiğimiz patates, havuç ve irmikten oluşan sebze çorbasına bugün itibarı ile yeşil sebzeler eklemeye başlayacaktık. Aklıma mahallemizde sürekli gördüğüm, ama henüz hiç içine girmediğim organik market geldi.
 
Organik markete ilk girişim, japon turistlerin ören yerlerini gezmesine benzedi. Bir fotoğraf makinem eksikti. Hayret dolu bir ifadeyle herşeyi teker teker inceleyip market sahibini intihara teşvik edecek binlerce soru sorduktan sonra dağarcığıma eklediğim yeni bilgiler şöyleydi:

  • Organik dahi olsa her sebze meyve bebeğe verilmemeli. Bir sebze serada organik şekilde yetiştirilebilir ancak mevsim sebzesi değilse bebeğin tüketmesi makbul değil.
  • Sadece meyve sebzenin değil, kepeğin, yulafın, pirinç ununun, irmiğin hatta şampuanın, deterjanın, herşeyin ama herşeyin organiği mevcut.
  • Pirinç unu beyaz un sayılır, organik kepekli pirinç alıp evde mutfak robotunda un haline getirirsen olur sana tam pirinç unu.
  • Organik marketteki (en azından bundaki) yulaf ezmesi beyaz yulaf. Yani tam değil. Organik ürünler satan bir internet sitesinden tane halinde tam yulaf alıp evde un haline getirmek en sağlıklısı.
Bu ve bunun gibi çeşit çeşit bilgiyi toplarken içimi bir huzursuzluk ve endişe kapladı. Markete girerken başlangıçtaki düşüncem “Ömer daha küçük, birkaç ay organik beslensin, sonra normal manavdan sebze alır yediririm” idi. Ne de olsa Zeynep’i büyütürken bu organik dünyaya hiç bulaşmamıştık. Ancak içeri girdikten sonra “Zeynep de brokoli seviyor, şurdan organiğini alayım gelmişken” diye başlayıp, “Evde bundan var ama onun yerine organiği olsa daha iyi” şeklinde devam edip, “Allahım biz organik deterjan kullanmıyoruz ya çocuklar kanser olursa!” noktasına geldim.
 
Bu berbat ruh haliyle aldıklarımın ücretini ödeyip kendimi arabama dar attım. İyi bir şey yapayım diye girdiğim market, “Bunca yıldır ne yanlışlar yapmışım” kabusuna dönüşmüştü. Bu benim yönetebileceğim, başa çıkabileceğim bir duygu değil. Acilen bütün bunları unutup, aldıklarımı eve götürüp Ömer’in çorbasını pişirmeye, hayata kaldığım yerden devam etmeye karar verdim.
 
Bir önceki postumda belirttiğim tarifin aynısına birkaç yaprak ıspanak (organik!) ekleyerek hazırladığım çorbadan tam bir kaseyi, öğle öğününde Ömer Paşa mideye indirdi. Üstüne de her zamanki gibi bir miktar su içirdim. Okuyucu herhalde sıkılacak bu çocuğun iştahından yakında diye korkuyorum. İdare edin canım, kızımdan çok çekmiştim, bunun biraz tadını çıkartayım! 
 
Birkaç gün sonra Ömer et ile tanışacak… O güne kadar bunlara alış, geliş bağırsak florası!